14 Aralık 2010 Salı

Engin Güneysu: "Sokağın Dili: Bildiğin İstanbul"

Ülkemizin genç fotoğrafçıları arasında çağdaşımda olan bir fotoğrafçı Engin Güneysu. sitesinden de okuyabileceğiniz biyografisinde de bahsettiği gibi İstanbul da yeni yaşamaya başlamış, çeşitli dergi ve ajanslarda çalışmış bir fotoğrafçı. daha once samsunda 200 evler adlı bir proje çekmiş ve bunu sergilemiş.Şimdide fototrekin istanbul 2010 fotoğraf geçidi kapsamında yer alan fotoğraf sergileri içinde genç fotoğrafçı kategorisinde "Sokağın Dili: Bildiğin İstanbul" sergisini Gültekin Çizgen küratörlüğünde gerçekleştirdi.

Sergi ilk gezildiğinde teknik anlamda ,özenli bir çalışmanın etkisini hemen gösteriyor izleyicisine. Gerçekten hiçte fena olmayan baskılar, poz değerleri çok yerinde ve keskin fotoğraflar çıkıyor karşımıza. Engin ışıkla, kadrajla, yorumuyla kesinlikle güçlü ve estetik fotoğrafları paylaşıyor bizimle. Yani artık sıradan olan fotoğraflardan ve projelerden sıkılan genel izleyiciyi bu özelliğiyle direk yakalıyor. Fakat sergiden çıktığımda aklımda bir çok soru belirdi..Neden bu kadar estetize etme? Bu estetiğin içinde kaybolan bir şeyler yok mu? Ve fotoğraflar neden bana hiç yabancı gelmiyor, birilerinin fotoğraflarına benziyor. Daha sonra Fototrekte düzenlenen sergi üzerine bir toplantıya katıldım, Çizgen ve Güneysu’nun katılımıyla sergi hakkında konuşuldu. Gültekin bey çok iddialı bir şekilde Engin'in ülkemiz fotoğrafının önemli bir temsilcisi olduğunu söylüyor daha da fazlasının sergi metnin de yazıyordu. Söyleşi devam ederken Engin kendini ve projesini anlatmaya başlayınca kafamdaki sorular yavaş yavaş cevaplandı. Engin'in dergi ve ajans geçmişi, takip ettiği fotoğrafçılar ve proje üzerine düşünceleri herşeyi benim açımdan açıklıyordu. Teknik ve ışık kullanımı açıdan gayet başarılıydı fotoğraflar ama dergi için çekilmiş gibi duruyorlardı. Sanki bir proje değil de dergiden alınmış bir iş gibiydi. Bir şey eksikti iyi fotoğraflar ama iyi bir anlatım mı? Estetiğin altında gümleyen sokağın dili. Sokak bu kadar estetize edildiğinde bir dilden bahsetmek mümkün müydü. İzlediği magnum ekolünden Pinkassov, Webb belkide Mccury stili ışık ver renk kullanımı ne yazıkki bu ustaların dilinin sanki bir taklidi ama başarısız bir taklidi gibiydi. Sonuçta bu stil güçlü bir yoruma ve birikime ihtiyaç duyuyordu, bu kotarılamadığında ortaya N.G için çekilmiş polarize filtreli, ps de bol bol düzenlenmiş fotoğraf olarak ortaya çıkıyordu. Ve işin asıl üzücü kısmı da Engin'in bu projeyi bir düşünme sonucu oluşturmadığı, elindeki fotoğraflardan bir derleme yaptığını açıklamasıydı. Çünkü iyi bir izleyici bunun böyle bir durum olduğunu çok rahat anlayabilirdi. Eğer bir kaç kişi olarak biz anladıysak bir çok insanda anlayabilirdi. Sonuçta evet sokak fotoğrafçılığı sürekli çekmeyi gerektiren, bir çok anı görüntüleme hedefli bir iştir, ama düşünsel bir zeminde olmayınca da ortaya, sokalar da çekilmiş bir çok fotoğraf çıkıyor. Ama bu fotoğraflar bu seriyi bir proje yapamıyor. Ve işin diğer bir tarafı da Engin’in İstanbul’a bu kadar dışardan bakması ve çok sınırlı bir alanda çekim yapması. Bunu da kendi ağzından duyunca her şey netleşiyor. “Bir turist gibi daha çok turistik yerlerde çektim bu fotoğrafları” diyor. 200 evler projesiyle arasındaki fark hemen ortaya çıkıyor, bütünlük! O projede çok estetize edilmeye çalışılmış, üzerinde epey psle renk düzenleme yapılmış olsa da kesinlikle daha samimi bir proje. Ve Engin'in bence izlediği fotoğrafçıların müthiş tarzlarıyla kendi yorumunu harmanlayarak bir şeyler ortaya çıkarması, çok daha ona ait işler üretmesine yardımcı olacak. Yoksa hep aynı fotoğrafları çekme paradoxuna yakalanacak. Hepimiz için bu durum ne yazik ki büyük bir tehlike. Sonuçta bence Engin gerçekten başarılı ve samimi bir fotoğrafçı, ama en zor olanı, yani, kendi dilini oluşturmasını sağlayabilirse gerçektende ülkemizi temsil edecek fotoğrafçılardan biri olacaktır.

Ve tabi işin diğer kısmı , küratörlük ve sergi hakkındaki konuşmasıyla sayın Çizgen. Evet Engin'i bir yerde tesadüfe yakın şekilde keşfedip bu sergi için yüreklerindiren Gültekin Çizgen bence proje için aynı şeyleri ne yazık ki sağlayamamış.Eğer bur sergide bir bütünlük olduğuna gerçekten inanıyorsa çok bir şey söylemeye gerek yok ama bu kadar farklı tarzda fotoğrafların ortak bir dili bu şekilde bir küraasyonla bence mümkün değil. Bence aynı şeyi Altan Bal'ın Kamyoncular sergisinde de yapmış ve ortaya bir çok açıdan zayıf bir sergi çıkmıştı. Ayrıca sergi okumalarını ikinci defa izlediğimde de ne yazik ki fotoğraf ve proje adına kayda değer hiç bir şey söylemedi Çizgen. Engin'in stilini Koudelka'yla kıyaslaması, non perfeksyonizmin fotoğraftaki öncüsü Robert Frank'dan hiç bahsetmemesi bu kadar sanat tarihi bilgisine rağmen çok etkiyeci fotoğraf, gölgenin kafası tabelanın altına denk gelmiş, insanların hepsi başka bir yere bakıyor gibi fotoğrafta gördüğümüzü tekrar bize anlatması sergi mi okuyoruz yoksa gördüklerimizi söylüyoruz durumuna getirdi bizi. Ayrıca gençlere her zaman destek verdiğini söylemesi fakat bu seride açılan Engin'den sonraki en genç insanın 40 lı yaşlarını ortasında olması, ayrıca gençleri desteklemek adına hiç bir sergi çağrısı yapmamış olması benim bu konudaki şüphelerimi arttırmaktan başka bir iş yaramıyor.Ülkemizin fotoğraf adına işler yapan, bu amaçla destek alan kurumlarının samimi bir şekilde genç fotoğrafçıları desteklemeleri ve bunu ahbap çavuş ilişkisinden de bir adım öteye taşımaları ve açık çağrılı şekilde sergi düzenlemeleri daha adil, demokratik bir sistem oluşturmaları gerekmektedir. Unutmamalıdırlar ki musluğun başına yakın olan onlardır ve bu suyu yönlendirmek de onların sorumluluğudur.

27 Kasım 2010 Cumartesi

contemporary

contemporary: çağdaş,güncel

Hiçbir alt metin olmasa bile çağdaş kelimesi en azından bu çağa ait olduğunu anlatıyor bize, gördüklerimizin ise tamamen bu çağa ait eserler değil maalesef.

Tam dalım olmadığı için resim-heykel konusundaki cümlelerimi daha özenle seçmeye çalışsam bile,her yıl düzenli olarak contemporary istanbul’a giden bir göz olarak söyleyebilirim ki aynı işleri her sene sergilemek,sadece ürün satmaya çalışılan bir pazar mantığının ötesine geçemiyor.Bütün bir yıl sergilerden galerilerden müzelerden esirgenen ilginin H&M açılışı misali açılışa odaklanması ise tamamen ‘cemiyet’ kültürünün sonucu.

Yurtdışından gelen galeriler ise bize ne satacaklarını düşünüp gelmişler,nerdeyse tüm işler oryantalist,doğu ve islam etkili,hatta öyle ki sanatçılar bile ya doğudan ya da yüzleri doğuya dönük.Londra’dan gelen galerilerin adlarını kapasak avrupa’dan geldiklerine inanmamız mümkün değil.

Bu doğu eksenli işlerde İran’dan gelen 2 galeri çok daha samimi ve çağdaş işler gösteriyor bize.

Çağdaş sanatın ekseninde yerleştirme (enstalasyon) sanatı ile birlikte giderek daha çok yer kaplayan fotoğraf ise çok az yer bulabiliyor kendine.Bulduğu yerin de ne kadar çağdaş olduğu bir muamma.

Fuarın çağdaş türk fotoğraf sanatına ait en önemli işleri şüphesiz C.A.M galeri tarafından sergilenen,Murat Germen ve Ahmet Elhan fotoğrafları.Ahmet Elhan’ın tekniği her ne kadar birkaç senedir görmeye alışık olduğumuz bir görseli sunsa da 3 parçaya ayrılması,büyük boyutları,görsel zenginliğinin yanında teknik kusursuzluğu,beni hala hayran bırakıyor.

Murat Germen ise her sergide farklı şekillerde karşımıza çıkmaya devam ediyor,internet sitesinden ve bazı müzayede satışlarından daha once görmüş olsak da,muta-morphosis serisinin fotoğrafları tekil olarak çok etkileyici ve güçlü görselinin altmetni de çok güçlü..

Yabancı fotoğraf sanatçılarından en dikkat çekeni,galeri elipsisin sergilediği,David Drebin.Fotoğraflar çok ama çok etkileyici,sanatçının kökeninden dolayı reklam ve moda fotoğrafı da koksa, şehre bakan kadınların ifadeleri ve şehir inanılmaz bütünleşiyor.Elipsis’in diğer işleri de daha önce sergilediği sanatçıların çoğu farklı işlerinden oluşuyor,ama pavyonun Özant Kamacı hariç yabancı fotoğrafçılara bırakılmış olması , gördüğüm diğer fotoğraflardan sonra, galericinin mi yoksa fotoğrafçıların mı suçu olduğuna emin değilim.

Diğer fotoğraf işlerinden, galeri x-ist Alp Sime ve Ali Taptık’ın 1’er fotoğrafına yer vermiş,Alp Sime’nin işi kesinlikle incelikli bir estetik sunuyor,Taptık ise tipik.

Budapeste’den gelen Nessim Galeri’de özellikle İmre Drégely grafik etkisiyle göze çarpıyor,yaptığı düzenleme basit ama çok etkili.

Maalesef PG Art Galeri,hem sunduğu Ali Kabaş fotoğraflarının çağdaş sanatın neresinde olduğunu anlayamamamdan,hem de fotoğrafların,inanılmaz şekilde köşelerinden açılmış,baskıları bozulmuş şekilde sergilenmesiyle,beni kafesteki hint bülbülleri kadar şaşkınlığa uğrattı.

Şükran Moral,fotoğraf ve video kullandığı işinde net yalın esprili ve vurucu bir dil kullanıyor,her zaman ki gibi desem yanlış olmaz.

Bunların dışındaki fotoğraf işleri maalesef iz bırakacak cinsten değil sadece son olarak bir ressam-fotoğrafçı olan Burcu Perçin’in resimlerinin beni fotoğraf gibi etkilediğini söyleyebilirim.

İçinde hiç rakam geçmeyen bir Contemporary yorumu,hatta güncel sanat yorumu bile okumak imkansızlaştı.Okuyamadığımı yazmak istedim bende,umarım daha incelikli işlerin olduğu yazılar da yazabilirim…

Son not: Türk Galeriler sanatçısının işini tanıtırken yabancılara,He is from Diyarbakir,diyor,yabancı galeriler batıda oldukları halde doğuyu getiriyor.

Yeni bir söylem oluşuyor gibi: Eastern sells

Sergen Sehitoglu

26 Kasım 2010 Cuma


Antoine D agata

"Fotoğrafın Kara Çocuğu"

1961 marsilya doğumlu fotoğrafçı,20 li yaşlarına geldiğinde 10 yıllık bir dünya turuna çıkar.Ve turunun son durağı olan amerikada fotoğrafçı bir arkadaşı vardır ve fotoğrafla onun sayesinde tanışır.Zamanla fotoğraf makinesiyle daha fazla haşır neşir olur.Arkadaşının da yardımıyla Magnum'un Newyork ofisinde bir iş bulur ve çalışmaya başlar.Bu iş onun fotoğrafa daha fazla yönelmesini, bir çok iyi fotoğrafçıyla tanışmasını sağlar.Kendi deyimiyle bu üstatlar dan fotoğraf adına çok fazla şey öğrenmiştir bu süreçte.Daha sonra İCP ye kabul edilen D'agata yaşının fazlalığı ve direk kabulü sebebiyle bir anlamda denek bir öğrenci olmuştur ICP için.Burada kendi fotoğraf stilinin de yaratıcılarından ve benzer bir yaşama sahip olan Nan Goldinle tanışır ve ondan dersler alır.ICP deki eğitimin tamamladıktan sonra fransaya döner ve burada fotoğrafçı olarak çalışmaya başlar.

D'agata'nın yaşam tarzı fotoğrafçı olmadan önce,sonra ve şimdi de hiç değişikliğe uğramadan devam etmektedir.Ve bu yaşam tarzı onun fotoğraf stilinin en büyük belirleyicisidir.Sürekli gece yaşayan,büyüdüğü kentinde karakteristiği olan terkedilmiş,dışlanmış ve toplumun en dibinde bir hayat sürmektedir.Uyuşturucu,alkol ve sex'in yaşamın kaynağı olduğu bir yer.Bunun tezadı olacak kadar da entellektüel kesimden arkadaşları da vardır.Yazarlar,ressamlar,sinemacılar vs..Profesyonel bir fotoğrafçı olması bile onu bu yaşam tarzından uzaklaştırmamış aksine fotoğrafı yaşam tarzına yaklaştırmış,adeta içine sokmuştur.Bu görece acı,şiddet ve keder dolu vizyon stilinin,non perfeksiyonist yaklaşımının üstün kullanımıyla doruğa ulaşmıştır.Seyirciye aktardığı her fotoğraf ,içinde barındırdığı, çoğumuza uzak-yabancı an'lar, fotoğrafın biçimi sayesinde bizi daha fazla esir alır hale getirilmiştir.D'agata kesinlikle fotoğrafın nasıl çekileceğini bilen bir fotoğrafçıdır.Ve kendi bireysel gerçekliği üzerinden evrensel gerçekliği,dünyaya ait olan tüm durumları saptamaktadır.




Fransaya yerleştikten sonra daha çok galeri mantığına yakın çalışan içinde Ackerman gibi çok iyi fotoğrafçılarında yer aldığı Fransa’nın bilinen ajanslarından olan Agency vu'ye katılır ve ajans için işler yapar.Bu işlerden ilki Filistin’de çalışmaktır.Orada belirli bir süre kalan D'agata kendi fotoğraf stilinin dışında,fotojurnalistik fotoğraflar çeker.Ve bize aslında fotoğraf makinesini ne kadar iyi kullandığını gösterir.Çektiği fotoğraflar ve seçimleri onun sinemasal diline çok yakın fakat genel stilinden farklı olarak klasik haber fotoğraflarıdır.Daha sonra Vu için Marsilya’daki kentsel donuşumu fotoğraflanması istenir.Orada yaşayan insanları bir stüdyoda çeker ve onları fotomontaj tekniğiyle, yıkılacak olan binaların önünde ve yanında gösterecek şekilde kurgular.Burada Marsilya şehrinin insanlar üzerindeki etkisi ve şehir-insan arasındaki kuvvetli bağa işaret etmektedir.Yıkılacak olan binalar değildir sadece,tüm geçmiş,bellek ve o insanları oluşturan bir çok şey.Bu süreç içinde dünyayı gezmeye ve yaşamsal deneyimlerini fotoğraflamaya devam etmektedir.Güney Amerika’dan Rusya’ya kadar bir çok ülkeyi gezmiştir.Ve bu ülkeler de en sık ziyaret ettiği yerler genelde hep aynıdır.Karanlık izbe sokaklar,meyhaneler,genelevler,kötü oteller vb. Uyuşturucu, sex seyahatinin ve deneyimlerinin değişmezidir.Bu deneyimlerinden çıkan fotoğraflarından bir kitap yayınlar.Mala Noche 98 basımlı ilk kitabıdır.Robert Frank,Eugune Richards gibi gezgin bir fotoğrafçı olan D'agata Mala Noche'de(kara gece) ağırlıklı olarak Meksika ve orta Amerika’daki fotoğraflarından bir seri yapmıştır.Sert ve yoğun bir kadrajlama,içindeki şiddetin bir dışavuruluşudur.Bu şiddet acımazlığın değil aksine duyarlılığın sonucu olan bir şiddettir.Sonraki kitabı Hometown isminden de anlaşılacağı gibi daha fazla otobiyografik doneler taşıyan bir eserdir.Marsilya’da çekilen fotoğraflarda,seyirciyi mahremiyetine daha fazla sokmakta, belge ve öznellik arasındaki kirli ilişkide gezinmektedir.Daha sonraki kitabı Insomnia onun geceyle olan ilişkisinin kitaplaşmasıdır.Uykusuzluğun ve gecenin yaşamı içinde konumunu belirlemektedir.O konum gecenin en karanlık noktasıdır.Daha sonra Vortex ve Stigma adıyla ki kitap daha yayınlar.Stilinde pek bir değişiklik yoktur, kitaplarında bazı fotoğraflar ortaktır.Çünkü bu kitaplar onun hikayesinin sadece parçalarıdır. Bu süreç içinde Vu'den ayrılır ve Magnum'a başvurur.Artık tanınan ve bilinen bir fotoğrafçı olmuştur.İşleri dünyanın bir çok yerinde sergilenmekte ve baskıları satılmaktadır.2004 de Magnum’a yedek üye 2008 de asil üye olur.Bu Magnum'unda Martin Parr'dan sonraki değişik vizyona sahip fotoğrafçılara açılma yollarından biridir.Magnum'da artık gelenekçi ve klasik yapısından yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamış yeni vizyonlara şans vermiştir.Bu 3.kuşak Magnumcular,Magnum’un son dönem temsilcileridir.

Son zamanlarda sinemayla da fazlaca haşır neşir olmaya başlamıştır. Le Ventre du Monde adıyla bir kısa film ve Aka Ana adıyla birde uzun metraj bir film çekmiştir.Ayrıca A Lost Man adıyla hayatının anlatıldığı bir sinema filmi de çekilmiştir.

D'agata fotoğraf da bireysel gerçeklik akımının en büyük ve iddialı temsilcilerinden biridir.Kendi gerçekliği üzerinden dünyayı tanımlama çabası,onun çoğu zaman fotoğrafçı-fotoğraflanan arasındaki sınırda kaybolmasına sebep olmuştur.Bir çok fotoğrafçının aksine o fotoğrafladığı mekanlarda,fotoğrafladığı insanlar gibi yaşamaktadır.Onu onlardan ayıran belki de ayırmayan şey fotoğraftır.Mahremiyetle kurduğu ilişki, bize fotoğraflarında sunduklarıyla kendini açıkça göstermiştir.Mahremiyetle mahremiyetsizce bir ilişki halindedir.Biz her şeyi onun gözünden değil onun bilinç ve bilinç altından izlemekteyiz.



http://www.magnumphotos.com/Archive/C.aspx?VP=XSpecific_MAG.PhotographerDetail_VPage&l1=0&pid=2K7O3R14QKXR&nm=Antoine%20D%27Agata

21 Nisan 2010 Çarşamba

Sıtkı kösemen : gün bugün

Kösemenin gün bugün sergisi Fransız kültürünün sergi salonun da sergileniyor. Tabi serginin konsepti de mekanın neden burası olduğu hakkında açık bir fikir veriyor. Kösemen fotoğraf tarihimiz de değişik işler gerçekleştirmiş fotoğrafçılarımızdan. Üslup olarak benzer işler yapsa da genel türk fotoğrafından bir parça farklılık taşımakta. Daha once yaptığı “Beyoğlu” “Derin Bodrum” “insanlık halleri” hep benzer üsluptaki işler. Son olarak yaptığı “gün bugün” adlı proje, yine insan odaklı , yine benzer bir biçim. Serginin temel amacı türk gençliğinin profilini çıkartmak. Sergi metni projenin bir açıklaması şeklinde ele alınmışsa da, saf metin değeri olarak bile ne yazik ki çok bir değer atfedemiyor, bilinen dışında bir söylemi bir kenara bıraksak bile klişe ve bilinen cümlelerin dışına çıkamıyor. Bu da tabiî ki sergi izleyicisinin sergiden beklentilerini ciddi anlamda etkiliyor. Metinden fotoğraflara geçtiğimizde karşımıza hiç de fena sayılmayacak baskı kalitesindeki fotoğraflar , düzenlemenin ve tabi projenin tamamlayıcısı konumundaki, parça metinler çıkıyor. Bir çok farklı yerde çekilmiş genç insan portreleri ve onların gruplanmış hallerinin üzerinde belirli ki bir roportaj yada sohbetten ayıklanmış birkaç kelimelik cümleler fotoğrafların gücüne destek olmaya çalışıyor. Ama ne yazikki seçilen cümleler projenin aslında bir taraflı bakışla yapıldığının ipuçlarını hemen veriyor. 2010 kültür şeysi İstanbul kapsamında , belli ki türk gençliği üzerine bir proje istenmiş ve bu projede kösemene emanet edilmiş. Çok fazla sipariş kokan bu proje ne yazikki bu anlamda işin nitelğini de zayıflatmış gözüküyor. Halbuki böyle bir durum dışında yapılan bir proje olarak devam etseydi eğer, gerçekten hepimiz için keyifli bir sergi olabilimiş. Çünkü kösemen yaklaşımını ne yazikki avrupanın beklentilerini karşılamak üzerine inşa ettiği için onların gözünden umutsuz ve kafası tamamen karışmış türk genliği profilini adeta onlara hediye ediyor, çünkü hepimiz biliyoruz ki Avrupa için türk gençliği böyle ve onların aralarında yeri yok. Ve kösemen bilinçli yada bilinçsiz buna ne yazk ki hizmet ediyor. Fotoğraflanmış tüm protreler belirli sınıftan insanlara ait, yaşadığımız coğrafyanın şartlarından dolayı ekonomik olarak zor durumda olan ve zengin yada ünlü olma hayali taşıyan gençler. Bu yaklaşım belirili bir gerçekliği taşısada geneli yansıtmıyor ne mutlu ki. Aynı şekilde roportajlardan alınan cümleler de ne mutlu ki genel türk genci durumnu yansıtmıyor. Tabi biçimsel olaram bir Martin Parr estetiği hemen göze çarpıyor,renk kullanımı, seçilen nesneler bize Parr’ın Parpective’ni hatırlatıyor. Bence sanatçı için bir problem teşkil etmemeli bu durum, ifadelerin ortaklıkları ve benzerlikleri herkes için mümkün. Ama şurdan şöyle bir sonuca ulaşabilir insan, bir yabancının estetiğiyle ve algısıyla gençlerine bakmak, ne kadar gerçekçi bir sonuç elde edebilir. Evet bu bir fotorportaj değildir ama belgesel temelli bir projedir. Zaten serginin en büyük sıkıntılarından biride bu, kavramsallaşmaya çalışan belgesel temelli bir proje olması, fakat ikisini birbirne iyi kaynaştıramamış olması. Çünkü seçilen bazı fotoğraflar serinin kavramasal tarafını beslemesi için adeta zorla eklenmiş gibi. Çünkü proje kavramsallaşmaya pek müsait değil. Özellikle bir çok fotoğrafçının türk gençliği üzerine projeler yaptığını biliyorum ve birçoğunu sanırım yakın zamanda göreceğiz. “Gün Bugün” de bu prolerden biri olarak seyre sunuldu. Bence problemleri olan bir proje olmasına rağmen içinde barındırğı nüanslarıyla kesinlikle izlenmesi gereken bir sergi.

12 Nisan 2010 Pazartesi

genç fotoğraf..

bi yerden başlamak lazım.. değişmek ve değiştirmek adına.. eğer bu topraklarda bir fotoğraf anlayışı, algısı,düşüncesi varsa bence değişmeli, gelişmeli. belkide gerçekten en demokratik ortam olan internet,bunu gerçekleştirmekteki tek şansımız. fotoğraf çekildiği kadar, üzerine düşünüp konuşuldukça gelişen bir olgu. ben herkesin fotoğraf üzerine yazabileceği, bir ortaklığın olduğu, sınırlamaların kuralların olmadığı bir platform bulamadım. eğer varsa bu benim mallığımdır peşin kabul ediyorum. ve bu blogun tek amacı fotoğraf üzerine yazmak isteyen herkese bu imkanı sağlamak. hiç bir sınır ve kural yok , yeterki fotoğrafla ilgili olsun. neden genc fotoğraf sorusuna ayrı bir başlık da açıklamayı planlıyorum. eğer ben geç kalırsam siz aklınıza geleni yazın..bende yazmak istiyorum diyorsan mailini bana yaz hemen eklenicek..